top of page

Michael Haneke: Huzursuzluk Mimarı

  • Yazarın fotoğrafı: Yürüyen Totem
    Yürüyen Totem
  • 14 Mar
  • 4 dakikada okunur


ree

1942 yılında Almanya'nın Münih kentinde dünyaya gelmiş Michael Haneke. Üniversite öğrenimini Viyana'da felsefe ve psikoloji dallarında yaptıktan sonra mezun oldu ve film eleştirmeni olarak sinema hayatına başlamış. Ardından kısa bir süre Alman televizyonu "Südwestfunk" da editör olarak çalışmiş. Kamera arkasına geçişi öncelikle televizyon filmleri için olmuş (1973). Uzunca bir süre televizyon yönetmenliği yaptıktan sonra tarzı ve gerçekçi bakış açısı nedeniyle (ki bu açıdan Gaspar Noe ile karşılaştırılabilir) ses getiren ilk sinema eserlerini üçleme olarak sinema dünyasına kazandırdı. Cannes film festivallerinde 2001 yılında Fransızca çektiği Piyano Öğretmeni filmi ile Büyük Ödülü, 2005 yılında Saklı filmi ile en iyi yönetmen ödülünü, 2009 ve 2012 yıllarında Beyaz Bant ve Aşk filmleri ile Altın Palmiye ödülünü kazanmıştır. Roy Grundmann tarafından ayrıca “A Companion to Michael Haneke” isimli bir kitapta, hakkında yazılmış makaleler ve röportajlar toparlanmıştır.[1] İkinci Dünya Savaşının ortalarında doğan Alman bir baba ve Avusturyalı bir annenin çocuğu Michael Haneke. Belli bir yaşa kadar ailenin kadınları tarafından büyütülüyor.


İlk buharlı makinenin icadı ardından Fransız Devrimi peşi sıra gelen sömürge yarışlarından sonra Dünya Savaşları ve sonrasından hızla gelişen teknoloji ve ona eşlik eden emperyalizm, kapitalizm ve sonsuz küreselleşme… Günümüze geldiğimizde tüketim çılgınlığının ortasında büyüyüp gelişen ve ölen 21. Yüzyıl “modern avm” insanın günlük hayatın içinde fark etmediği daha doğrusu fikri ve hissi uyuşukluktan dolayı fark edemediği yaşamsal sorunlara ve insanlığın bu konuma nasıl geldiği konusuna kafayı takan ve bu takıntıyı sadece sinemasında veya metinlerinde değil fikrinde ve bedeninde de içselleştiren bir yönetmen Michael Haneke. Çocukluk yıllarından itibaren dünyadaki bu hızlı gelişmeye tanıklık etmiş olması, felsefe ve psikoloji bilgisi dışında sosyoloji bilgisi de Haneke’nin kafayı taktığı bu toplumsal sorunlar konusu aynı zamanda tüm kişisel detaylarıyla da anlatabilme becerisinin kaynağı. Dolayısıyla Haneke’yi auteur kılan özelliklerin başında içsel anlatımı gelmektedir. Temasını filme aktarırken sanki kendini ve etrafına saran tüm sorunları kendisi oradaymış ve etrafını saran ağların tam ortasındaymış gibi kurgulayarak ve izleyiciyi de kamera kullanımı, dekor, ses ve ışık gibi teknik detayları kullanarak aynı ağın ortasına bırakır. Kısacası Haneke’nin teknik ustalığı, sinema dili, anlatım biçimi, mekân, karakter ve tema özellikleri biriciktir.

Yedinci Kıta filmin Michael Haneke sinemasının biricik örneklerinden biridir. Orta sınıf bir ailenin yaşamını konu alır, günlük sorunlar üzerinden ailenin trajik yaşam öyküsü anlatılır. Filmin açılış sahnesinden itibaren izleyici üstünde baskı kurmaya başlar Haneke. İnsanın etrafındaki eşyalardan eşyanın etrafındaki insanlara çevirir kamerayı. Filmin tamamındaki fikir ve anlatım gündelik hayattaki totalitarizm üstüne inşa edilmiştir. Uzun yıllar maruz kaldığımız için günümüzde artık kabullendiğimiz veya kabullendirilen totaliter düzenlemeyi sahne sahne anlatır Haneke. Oturmak için bir oturma odası, yemek için yemek odası, uyumak için yatak odası, araba için bir garaj, çocuk için çocuk odası ve yemek pişirmek için bir mutfak gibi yüzyılımızın klasik ev birimi şeklinde tasarlanmış, insanın bir bütün olmaktan ve çok yönlü fonksiyonlarının görmezden gelindiği totaliter mekân ve eşya kullanımlarıyla totaliter düzenlenmeyi yansıtır. Haneke’nin seyirciye gösterdiği aslında milyonlarca hatta milyarlarca insanın birbirinin aynı hareketleri yapıp, aynı çevreye ve ‘eşyaya’ tabi olarak yaşadığının kanıtlarını gösterir izleyiciye. Hayatımız bize nerde ne zaman ne yapacağımızı bize söyleyen eşyalar etrafına kuruludur. Saatler, telefonlar, bilgisayarlar, televizyonlar, arabalar, ev aletleri ve dahası gibi eşyalarla teknolojini geldiği yer insan hayatını kolaylaştırmaktan çıkıp insan hayatını tüm bu eşyaların operatörü haline getirmiştir. “Otomatizasyon sürdükçe insanın tüm organları kuruyup gidecektir, düğmeye basan parmağı dışında.” der F. Lloyd Wright. Eşyaların operatörü haline gelen modern insanlık ölümü de unutur ve tutsağı olduğu sonsuza kadar var olacak eşyaların arasında kendisinin ölecek olduğu detayını kaçırır. Tıkır tıkır işleyen eşyalar arasında sorun yokmuş gibi davranan ve eşyaya ayak uydurmaya çalışan Yedinci Kıta filminin kahramanları da kapitalist sistemin yozlaştırdığı ve dezenformasyonu eşyayla saklamaya çalışan bireyler haline gelmiştir. Haneke’nin 3 yıllık dönemlerle 3 bölüm halinde gösterdiği modern insan yapısı tümüyle kutsallaştırdığı eşyaların arasında boğulmak yerine kafasını o eşyalardan çıkarmayı denediğinde boğulmaya başlamıştır. İzleyici soktuğu huzursuzluktan yine kendisi çıkarır Haneke! “Yaşamın anlamı nedir?”, “Ama bütün bunlar ne için?”, “Nereden geldik?”, “Nereye gideceğiz?” ve “Ben kimim?”. Dünyadaki insan sayısı kadar farklı cevabı olan, insanlık tarihiyle aynı yaşta olduğu düşünülen ve bildiğimiz felsefenin de çıkış noktası kabul edilen sorular. Peki ya cevaplar...? Bütün bu soruların cevaplarını bulamayan aile bireyleri başka bir hayata başlamanın yolunu mevcut yaşamlarını sonlandırarak elde edeceklerine inanırlar. Kutsallaştırdıkları bütün eşyaları dağıtmaya ve parçalamaya başlar aile sakinleri babanın önderliğinde. Tutsağı olduğumuz ve akvaryuma sığdırdığımız hayatı da kırar Haneke ve camın arkasından dışarıyı izleyen balıklar gibi bir anda çırpınır halde bulur izleyici kendini. Önce kızları daha sonra anne ve son olarak da baba fikri ve hissi uyuşukluk içinde canına son verir gibi değil işinden istifa eder gibi intihar ederler. Haneke televizyonun karşısında gözü açık ölülere benzettiği modern insana ölümü hatırlatabil mi ya da sorduğu soruların birkaçını düşündürebildi mi 1989 yılında...? 2021 yılından baktığımda görüyorum ki hayır. Düğmeye basan parmağımız bile o uyuştu artık onu da eşyalar yapıyor bizim yerimize. Peki gündelik sorunlarda bir farklılık var mı 1989 yılından bu yana. Sanmıyorum, sadece modern “avm” insanı bu sorunları görmezden gelme konusundan o yıllardan daha başarılı.

“SARHOŞ OLUN

Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: Tek sorun bu. Omuzlarımızı ezen, sizi toprağa çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için, durdurmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.

Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun, “saat kaç” deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: “Sarhoş olma saatidir…” Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz.” [2]




[2] (VASSAF, CEHENNEME ÖVGÜ, 2018)

Comments


© Copyright
  • alt.text.label.Instagram

©2022, athwartemin, yürüyen totem

bottom of page